6 Kasım 2013 Çarşamba

Neden yazdım, neden bırakıyorum?

O Çarşamba günü durumum tam olarak netleşip aldığım haberler beni yerle bir ettiğinde, ne düşüneceğimi ve yapacağımı bilmiyordum. Sanki başıma utanılacak bir şey gelmişti, çok fena yenilmiştim, tuhaf bir histi. Sanki bunu kimseye söylemesem, kimse duymasa gerçek olmayacaktı. Ama herşey ortada ve gün gibi gerçekti, mücadele etmem gereken sinsi bir misafirim vardı, gerçekliğini bir türlü kabul edemediğim.. O anda bunu ne kadar çok kişiye söylersem o kadar gerçek olacak ve ben de bu gerçekle o kadar güçlü bir şekilde mücadele edecekmişim gibi geldi, öyle de oldu, hatta umduğumdan çok daha fazlasıyla. Buradan çok güç aldım, okuyan herkesin kalbinin ve dualarının benimle olduğundan eminim, bana verdiğiniz gücün değeri paha biçilemez, hayati desem sanırım abartmış olmam :)

Yazıp anlattıkça karşımdaki sinsi düşman küçüldükçe küçüldü, sizlerden aldığım güçten sanki utandı ve saklanacak yer aramaya başladı :) Artık onu silip atmak benim için çok kolaydı, alt tarafı bir hastalıktı ve benim için dua eden, yardımıma koşmaya hazır bir sürü insan vardı; korkmuyordum artık ondan..

Daha sağlıklı düşünmeye başladığımda ise yaşadıklarımı adım adım yazmanın birilerine bir faydasının dokunabileceği fikri beni daha da güçlendirdi; belki benim gibi deriin uykuda olan birilerini geç olmadan uyandırabilir, başına benzer şeyler gelenlere yol gösterebilir, kendilerini yalnız hisstmelerini önleyebilirdim. Böylece olanları yazmak benim için aynı zamanda bir sorumluluk haline de gelmişti.

Önceki yazılarımın birinde hatırlarsanız, ailesel bir takım hassasiyetler ve durumumdan -en azından bir süreliğine- haberdar olmaması gereken kişilerden bahsetmiştim. İçinde bulunduğum ruh haliyle içimi yazıya dökerken ilk baştaki "kim okur ki beni" düşüncesi yerini "eyvah annemlerin haberi olmasa bari" endişesine bırakmaya başladı, Facebook bile kullanmayan ben, sosyal medyanın gücünü yabana atmıştım :)

Şu anda durduğum noktada, vereceğim mücadelede güçlü durabilmek için, onları bu konudan uzak tutmak benim için büyük önem taşıyor. Dolayısıyla, bir süreliğine -en azından konuyu ailemin tamamıyla paylaşıncaya kadar- yazmaya/anlatmaya değil ama yazılarımı burada yayınlamaya maalesef son vermek zorundayım.

Herşey bitip bu mücadeleyi kazandığımda bakarsınız tüm yazılarımı birden yayınlarım, hep birlikte okuyup güler, ağlar, eyvallah deriz, geçer gider ;)

O zamana kadar sevgiyle kalın..

Benim hâla umudum var, isyan etsem de istediğim kadar
İnat etsem bile bırakmazlar sahibim var
Benim hâla umudum var, seviyorlar bazen soruyorlar
Hayran hayran seyret ister katıl ister vazgeç
Güzel günler bizi bekler eyvallah dersin olur biter
Güzel günler bizi bekler eyvallah dersin geçer gider

Boyun büküp önünde ağlasam sessizce şu garip gönlüm affolur mu?
Bu fırtına durulur mu benden adam olur mu?
Korkarım aşka zararım dokunur mu?
Elveda sana yeter tamam bitsin artık bu dram bu fotoroman
Ham meyvayız hala koparmışlar dalımızdan
Güzel günler bizi bekler eyvallah dersin geçer gider
Güzel günler bizi bekler eyvallah dersin olur biter
Bıraksam kendimi şöyle oh ne rahat
Bu da geçer gülüm yaşamana bak
Alınacak dersler var sorulacak sorular
Bu da geçer gülüm bizden bu kadar

2 Kasım 2013 Cumartesi

Şimdiye kadar yapılanlar

Basiretin düğümüdür, kıldır tüydür şimdilik bir kenara bırakalım da asıl TO DO'ya bir dönelim, bakalım ne durumdayız, dakika ve skor alıyoruz;

- Meme muayenesi - üç meme cerrahı tarafından yapıldı
- Mamografi
- Ultrasonla görüntüleme
- MR (genç yaşlarda ultrason ya da mamografi'de memedeki su oranından dolayı bütün kitleler görünmüyor olablilirmiş, en kesin sonuç ilaçlı MR ile alınabiliyormuş)
- Trucut Biyopsi (büyüklüğü nedeniyle kitlenin 4 noktasından parçalar alındı, hepsi de tümörmüş :/)
- Pet CT (vücutta başka yerlerde tümörün olup olmadığının anlaşılması için yapılan tarama)

Bugün çok radyoaktifim günlük..

Kıldan tüyden meseleler

Silahlarımı seçme aşamasından bahsettiğim yazımı çocukluğuma dönmemizi gerektiren saç meselesi ile bitirmiştim. Şimdi kaldığımız yerden bu kıl-tüy meselesine devam edelim :)

Küçüklüğüme dönecek olursak; ben küçükken annem hep saçımı benim isteğim dışında küt tabir ettiğimiz kulak altında biten modelde kestirirdi. Hatta aramızdaki kestirirdin/kestirmezdin itişmesi kuaförün eve gelip annemin makyaj masasının önündeki taburede saçımı kesmesiyle son bulurdu. Bu travmadan (travma kelimesi de moda ya, cümle içinde kullanma fırsatını kaçırmak istemedim) kaynaklı olduğunu düşündüğüm bir şekilde, saç modelime kendim karar vermeye başladığım yaştan başlayarak, 34 yaşımı bitirmeme bir aydan az kalan şu son döneme kadar saçımı kestirmek konusunda hep tereddütlü oldum. Sadece saç kesimi mi, renk, şekil, saçla ilgli aklınıza gelebilecek her türlü değişimden hep kaçınırım, ya da kaçınırdım diyelim :)

Şimdi saçlarımın tamamını kaybetmeme bu kadar az kalmışken böyle tuhaf bir dinginlik, sükunet içindeyim niyeyse? Tek derdim oğlum beni saçsız görmesin, bir de konuyu gizlediğimiz aile eşrafından kelliğimi saklayayım. Nasıl olacak derken protez saçı keşfettik, tedaviye önce kemoterapi ile başlanacağı için anlaşılan pek zamanım olmayacak uzun uzun araştırıp konuyu listelere, excellere dökmeye :) Zira görüştüğümüz bir yer siparişten sonra tedarik süresinin 2 haftayı bulabileceğini söyledi, derhal sipariş veriliyore.

1 Kasım 2013 Cuma

Eğitimli cahilin basiret düğümlenmesi

Hatırlarsanız önceki yazılarımdan birinde kanserle basiret bağlanmasının akrabalığından bahsetmiş ve bu konuya döneceğimi söylemiştim. Öncelikle basiret ve basiret bağlanmasının tanımıyla başlayalım;

Basiret
TDK: Gerçekleri yanılmadan görebilme yeteneği, uzağı görüş, seziş, anlayış, kavrayış, sağgörü, vizyon
Ekşi sözlük: Bilgiyi marifete dönüştürmenin yolu (Yazar: magnolia)
Basireti bağlanmak
TDK: İyi düşünemez, gerçeği göremez bir duruma düşmek
Ekşi sözlük: Doğru yolu görememek,
alması gereken önlemleri zamanında alamamak (Yazar: boyalıkuş)
Beni tanıyanlar önce teyzemin sonra da annemin üç yıl arayla, tam 60 yaşlarında, yumurtalık kanserine yakalandıklarını az çok bilirler. Hatta annemin hastalığının başlangıcından sonra iki kere daha tekrarladığını da. Dolayısıyla bu kanser meselesi bizim ailenin gündeminde sıkça yer alan ve her an köşeyi dönünce karşımıza çıkabileceğini düşündüğümüz bir hastalıktır, ya da öyle düşündüğümüzü zannediyoruz, öyle düşünmemiz gerektiği için.. Karışık mı oldu :) şöyle açıklayayım:

Annem, teyzemden üç yıl sonra yumurtalık kanseri olduğunda, "teyzem hastalandığında annemin yumurtalıklarını hemen aldırmalıydık, aklımız nerdeydi" diye bar bar bağıran, ilerleyen yıllarda da "annem kabul etse aslında hemen memelerini aldırsak, yumurtalık kanseri ve meme kanseri genellikle bir arada görülüyor" diye atıp tutan, tedavi sürecini kast ederek; "bu yaşananları gördükten sonra 35 yaşına gelince gen testi yaptırıp BRCA1 ve BRCA2 gen mutasyonlarını taşıyorsam yumurtalıklarımı hiiiç düşünmem derhal aldırırım" diye mangalda kül bırakmayan ben değil miydim? Yoksa bunları söyleyen sadece ağzım mıydı? Ağzım bunları söylerken kulaklarım duymuyor ya da aklım ve kalbim bu hastalığın bana da uğrayabileceğine aslında inanmıyor muydu? Hani konduramamak derler ya..

Şimdi anlıyorum ki, bir dönem -internet sağolsun- yumurtalık kanseri konusunda okumadık şey bırakmayan ben, meme kanseri konusunda zır cahilmişim! Sanki meme kontrolü sadece mamografi ile olurmuş, sanki o da aile hikayesi olanlar için 35, diğerleri için ise 40 yaşından itibaren gerekirmiş gibi bir düşüncem varmış. Oysa ki ben bu düşüncelere dalmış uyurken, her yerde insanlar 20 yaşından itibaren -aile hikayesinden bağımsız- her kadının kendi memesini kontrol etmesi gerektiği konusunda davul çala çala geziyorlarmış.. İşte buyrun, bakın; Memeder, #galatapembeoluyor

Şimdi söyleyin bakalım, yukardakileri yan yana getirince ortaya çıkan şey basiret bağlanması değildir de nedir? Kanser konusu hayatımın bu kadar içinde, gündemimin üst sıralarındayken, kanserin beni sadece yumurtalıktan ve daha çook zaman sonra yakalayabileceğine kalben inanmamda basiretin baş rolu oynadığı çok net, hatta kesin bilgi.

Dolayısıyla, hastalığımın adına meme kanseri yerine basiret düğümlenmesi de diyebilirsiniz :)







Silah(lar)ımı seçiyorum

"ve olaylar gelişir" başlıklı yazımda bahsi geçen bol Passiflora'lı gecenin sabahında, ofise vardığımda beni bekleyen bir paket vardı. Bu hay-huy başlamadan önce internet üzerinden sipariş verdiğim yüksek topuklu ayakkabılarım işte tam da bu sabah gelip masama konmuştu. Oysa o sabah düz taban ayakkabılarımla bile yürüyecek bir damla enerjim yoktu.

Sadece denemek için giydiğim ayakkabılarımı o gün ayağımdan hiç çıkartmadım; hastaneye giderken de, Nişantaşı’nın arnavut taşlı sokaklarında bir yandan ağlayıp bir yandan yokuş aşağı/yukarı yürüyerek saat 20.00'deki doktor randevusuna yetişirken de.

Birlikte çalıştığım sevgili arkadaşımın bahsettiği şu filmdeki esas kızın güç kaynağı kırmızı rujuydu, ben de güç kaynağımı bulmuştum, benim güç kaynağım da ancak yüksek topuklar olabilirdi zaten!!!


Teknik olarak, her hastane ziyaretimde, kemoterapi alırken ya da ameliyat sırasında bu ayakkabıları giymem şimdilik pek mümkün görünmüyor :) Yani en azından, ben onları giyecek enerjiyi bulsam da kendilerinin ameliyathanede pek de kabul göreceğini zannetmem. O nedenle alternatif güç kaynaklarımı da belirlemeliyim. İnsan görüntümü sürdürebilmek için gereken makyaj malzemelerim (organik ürünlerle değiştirilebilir, önemli olan fonksiyonu) ve yüzdeki kıl kaybına karşı takma kirpikler ve kaş kalemim.
Peki ya saç meselesi? Şimdi efenim bu konu için benim çocukluğuma dönmemiz gerekecek; dolayısıyla, benim için başlı başına bir tez konusu olan bu saç meselesini ayrı bir başlıkta ele almak üzere şimdilik hoşçakalın, esenkalın :)

Yol haritası

Pataloji de sonuçlanıp artık herşey ayan beyan ortaya çıkmasıyla birlikte bizim oraların deyimiyle "eşek kaçtı palan düştü" yani ortalık iyice karıştı :)

Hangi doktor, kim, nerede, nasıl, ne zaman soruları, doktor tavsiyeleri derken üç günde meme cerrahisi konusunda isim yapmış doktorların üçüyle görüşüp bir yol haritası belirledik.

- Öcelikle tümörün vücudumda başka yerlere/organlara yayılıp yayılmadığının anlaşılması için Pet CT çekilmesi gerekiyor
- Tümör invaziv safhada olduğu için, yani süt kanalının dışına taştığı için her halükarda kemoterapi gerekecek, kaçış yok
- Tümörün boyutları göz önünde bulundurularak tedaviye kemoterapi ile başlanacak
- Tümörün kemoterapiye cevap verip vermeme durumuna göre ameliyat programı belirlenecek; meme koruyucu cerrahi / mastektomi arasında karar verilecek
- Radyoterapi uygulanacak
- Mastektomi olursa duruma göre estetik operasyonlar düşünülecek

Yukarıda her zamanki yaklaşımımla sıraya sokup planlamaya çalıştıklarım aslında biri tamamlandıktan ve sonuçları alındıktan sonra diğeri hakkında net bir karar alınabilecek konular. Ama işte benim önüme gelince bu hal alıyor zavallılar :)

Bu "one point at a time" stratejisi meğerse meme kanserinin olayıymış :) ya da diğer tüm kanserlerin, ya da tüm hastalıkların, emin değilim. Benim gibi kontrol etme meraklısı ve her konuyu bir excel dosyasıyla ifade edip kısa-orta-uzun dönem plan yapmadan yaşayamayan insanlar için belli ki bir hayat dersi şu "one point at a time" :))) Also starring "sabır"..

Mememdeki davetsiz misafir

Davetsiz misafirimle 25 Ekim'deki ilk karşılaşmamızdan sonra kendisini aşağıdaki ultrason görüntüsünde görme şerefine eriştik;


Büyüklüğü konusunda ultason (4,2x3,5 cm) ile meme mr'ı (6,53x3,34 cm) arasında farklı (mr çevresindeki ödemi de ölçtüğü için daha büyük ölçüyor) görüşler olan saat 9 yönündeki bu kocaoğlan pataloji raporuyla bize adını da bahşetti.


 Kendisi invaziv duktal karsinom olup www.memekanseri.org 'da da belirtildiği üzere meme kanserleri içinde en sık görülen tip olduğu söyleniyor. Süt kanallarını döşeyen hücreler, kontrolsüz olarak çoğalarak süt kanalını dolduruyorlar ve bir süre sonra kanser hücrelerinin kanal dışına çıkmasıyla invaziv safha başlıyor, yani kanserin memeyi istila safhası.

En yaygın tür olması bizi sevindirmekle birlikte, grade-3 olması, yayılma hızının fazla olması, özetle agresif bir tümör olması ve yetmezmiş gibi bir de lenf bezlerime de geçmiş bulunması ne yalan söyleyeyim, az biraz korkutmuş, hatta dizlerimi ve çenemi titretmiş, bununla da kalmayıp bolca ağlatmış olabilir beni. Ama günün sonunda "one point at a time" demiştik öyle değil mi? ;) 

ve olaylar gelişir..

Ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün bizlere en değerli armağanını kutladığımız 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı bu sene bizim evde korku-endişe ve gözyaşlarıyla geçti maalesef. Kadınlık/annelik içgüdüsü mü dersiniz, evham mı, öngörü mü, ne dersek diyelim biyopsinin henüz açıklanmayan sonuçları benim için netti aslında. Hemen kafamın içinde önümüzdeki günler, aylar hatta yıllar için çok değişkenli senaryolar yazılmaya başlamıştı bile. Şöyle olursa böyle, öyle olursa falanca, kalbim, ruhum oğlum, sevgilim, hayat arkadaşım, diğer yarım eşim, ailem, arkadaşlarım, işim, hayatımdaki her canlı/cansız için (ağlama ve sinir krizleriyle bölünen) planlar yapmaya koyulmuştum ki..

Hayatta duruşunu, tarzını ve hayatını örnek aldığım insanlardan biri olan, ne zaman bir konuda takılsam cevaplarını hep onda aradığım, benim için eşsiz bir bilgi kaynağı olan pek sevgili bir arkadaşım ile konuşmamız beni kendime getirdi. "One point at a time!" Serena Williams'ın maçlarındaki stratejisi; bırakın turnuvayı, maçın bile skorunu düşünmeden önündeki sayıyı alma çabası, işte yapmam gereken buydu. Artık daha sakindim..

Bu sefer önümde aşağıdaki "TO DO" vardı;
- OĞLUM  kesinlikle minimum etkilenecek şekilde korunacak (Allah'ım nasıl olacak bu!), anlamamalı, hissetmemeli (nasıl olacaksa?), beni kesinlikle hasta/kötü/üzgün görmemeli,
- Ultrason, mamografi, MR, biyopsi sonuçları alınacak,
- Başka doktorlar araştırılacak, görüşülecek,
- Tedavi konusunda (tedavinin sırası, nerde ve kim tarafından yapılacağı) karar verilecek,
- Evdeki organizasyonlar, ev hayatının normal seyri sağlanacak.
! Ailemin (neyse ki çoğu İstanbul dışında) haberdar olmaması için ne gerekiyorsa yapılacak! (bir kanser haberi daha, hem de benimki, ciddi bir yıkıma yol açabilir, dikatttt!!!)

Kafamda to do listem ve ben bolca Passiflora'lı bir uykudan uyanıp işe gittik, en sakin halimizle ordan çıkıp hastanenin yolunu tuttuk.

Sonuçlar ortadaydı, tereddüt yoktu, önümde uzun bir yolculuk beni bekliyordu..

Peki nasıl oldu?

Bahsi geçen doğum günü partisinden önceki gece, oğlumu uyutma çabalarım sırasında bir süredir koltuk altımda ağrı yapan şey ne olabilir ki düşüncesiyle koltuk altımı yokluyordum ki mememdeki kitleyle karşılaştım. Klasik bir tepki olarak "yok canııımm" diyerek oğluma sarılıp uyumasını beklerken ertesi sabahki partinin detaylarını düşünüyordum.


Parti büyük bir neşe ile yaşanıp ardında yorgunluk bırakarak bittikten ve anne-babamı evlerine yolcu ettikten sonra nerdeydi bakalım şu kitleler, hmm gelin bakalım şöyle siz nesiniz deme fırsatım oldu. Kafamda Pazartesi gününe kadar "acaba mı? / yok canım" arasında gidip geldikten sonra Pazartesi sabahı saat 9'da kendimi kadın doğum doktorumun kapısında buldum. Hayatımda gördüğüm en pozitif doktorlardan biri olan kadın doğum doktorumun muayenesi ve rahatlatıcı konuşmalarından sonra sıra mamografi-ultrason ve meme cerrahisi muayenesindeydi. Yarım gün tatil olan 28 Ekim günü, bunların hepsi ancak sanırım bu hızla yapılabilirdi. Ya da durumun önemine binaen hepsi bir çırpıda yapıldı, bilemiyorum. Hatta bunlarla da kalmadı, meme mr'ı ve trucut biyopsi bile aradan çıkartıldı. "Acaba mı?/yok canım" düşünceleri yerini meme cerrahı doktorun "elle muayene ve ultrason görüntüleri şüpheli" cümlesine bırakmıştı artık.. Kafamın içinde "Nasıl yani?", "Daha çok erken" ama en çok da "Oğlum daha 3 yaşında" lafları yankılanıyordu..
Oysa ki annem ve teyzemin yumurtalık kanseri olmalarından dolayı bu konu bana hiç de uzak değildi. Sadece nasıl annem ve teyzem 60 yaşlarında bu hastalığa yakalandılarsa, benim de önümde daha uzun yılların olduğunu düşünüyor ve yumurtalıklarımdan gol yemeden önce onlardan kurtulmanın planlarını yapıyordum kendimce. Eee dedikleri gibi "hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir". Ayrıca, bir kere daha gördüm ki, ne kadar bilinçli olunursa olunsun, kanserin basiret bağlanmasıyla yakın bir akrabalığı vardı (bu basiret bağlanması konusuna tekrar geleceğim)..